Sosyal Medyanın Karanlık Yüzü: Dijital Çağın Görünmeyen Bedelleri

Mehmet Tuğrul Kaya
19 min readMar 14, 2025

--

Sosyal medya, günümüzde milyarlarca insanın günlük yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Dünya nüfusunun %58’inden fazlası artık bir sosyal medya platformu kullanıyor. Facebook, Twitter, Instagram, TikTok gibi platformlar sayesinde bilgiye anında erişebiliyor, sevdiklerimizle iletişim kurabiliyor ve dünyanın dört bir yanından haberdar olabiliyoruz. Ancak tüm bu faydaların yanında, sosyal medyanın bireyler ve toplum üzerinde göz ardı edilemeyecek bir dizi olumsuz etkisi bulunmaktadır. Bu yazıda, sosyal medyanın karanlık yüzünü eleştirel bir bakış açısıyla inceleyerek mahremiyetin kaybolmasından gerçek ilişkilerin zayıflamasına, dikkat süresi ve üretkenlik kaybından tüketim kültürü ve bağımlılığa, bilgi kirliliğinden sahte mutluluk algısına ve zihinsel sağlık sorunlarına kadar uzanan çeşitli olumsuz etkileri güncel veriler ve araştırmalar ışığında tartışacağız.

Mahremiyetin Kaybolması ve Veri Güvenliği Sorunları

Sosyal medyanın en çok eleştirilen yönlerinden biri, kullanıcı mahremiyetinin ciddi şekilde aşınması ve kişisel verilerin güvenliğindeki sorunlardır. Sosyal platformlar, kullanıcıların paylaşımlarından konum bilgilerine, beğenilerinden arkadaş listelerine kadar büyük miktarda veriyi toplayıp işlemektedir. Bu veriler çoğu zaman kullanıcıların izni dışında reklamverenlerle paylaşılmakta veya analiz amaçlı kullanılmaktadır. Pek çok kullanıcı, verilerinin nasıl kullanıldığını tam olarak bilmediği için endişe duymaktadır — bir araştırmaya göre katılımcıların %38’i veri gizliliği endişeleri nedeniyle sosyal medyayı eskisi kadar sık kullanmadığını, %36’sı ise en az bir sosyal medya hesabını tamamen sildiğini belirtmiştir. Aynı çalışmada kullanıcıların üçte birinden fazlası (%31), sosyal medya şirketlerinin kişisel verilerini koruma konusundaki becerisine hiç güvenmediğini ifade etmiştir. Bu güvensizliğin haklı sebepleri vardır; zira son yıllarda ardı ardına patlak veren veri skandalları, sosyal medya devlerinin kullanıcı bilgilerini korumada ne denli ihmalkâr olabildiğini gösterdi. En çarpıcı örneklerden biri, 2018’deki Cambridge Analytica skandalıdır. Bu olayda, Facebook üzerinden toplanan kişisel veriler siyasi danışmanlık şirketi Cambridge Analytica tarafından izinsiz şekilde kullanıldı ve ortaya çıktığında büyük infial yarattı. Facebook, 87 milyon kullanıcısının kişisel bilgilerinin uygunsuz biçimde paylaşıldığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bu skandal, sosyal medya platformlarının sadece eğlenceli paylaşımlardan ibaret olmayıp kullanıcıların mahrem verilerini ekonomik ve siyasi çıkarlar uğruna nasıl kullanabildiğini gözler önüne serdi. Benzer şekilde, farklı platformlarda da veri sızıntıları ve ihlaller yaşanmış; milyonlarca kullanıcının e-posta adresleri, telefon numaraları gibi bilgilerinin kötü niyetli kişilerin eline geçtiği haberleriyle karşılaşılmıştır. Tüm bunlar, sosyal medyada mahremiyetin adeta bir illüzyona dönüştüğünü düşündürmektedir. “İnternet unutmuyor” sözü de bunu doğrular niteliktedir: Bir kez çevrimiçi paylaşılan bilgiler, kullanıcı silse bile kopyalar, ekran görüntüleri veya arşivler aracılığıyla kalıcı hale gelebilmektedir. Mahremiyetin böylesine belirsizleştiği bir ortamda, kullanıcılar kendilerini sürekli izleniyor ve kaydediliyor hissiyle baş başa bulabilmektedir. Ayrıca, sosyal medya şirketlerinin gelir modeli gereği kullanıcı verilerini olabildiğince toplamaya ve reklam verenlere hedefli reklam için sunmaya çalışması, veri güvenliği risklerini artırmaktadır. Kişisel verilerin kötüye kullanımı sadece bireysel düzeyde değil, toplumsal düzeyde de sonuçlar doğurabilir: Kitlelerin davranışlarını etkilemek için veri analizine dayalı manipülasyon kampanyaları yürütülebilir veya hassas bilgilerin sızmasıyla insanlar finansal dolandırıcılık, kimlik hırsızlığı gibi suçların kurbanı olabilir. Özetle, sosyal medya çağında mahremiyet kavramı ciddi bir erozyona uğramıştır ve veri güvenliği konusundaki sorunlar, platformların daha şeffaf ve sorumlu uygulamalar benimsemesini zorunlu kılmaktadır.

Gerçek İlişkilerin ve Sosyal Bağların Zayıflaması

Sosyal medya, ismindeki “sosyal” kelimesine rağmen, gerçek insan ilişkilerinde zayıflamaya yol açabilecek etkilere sahip. Her ne kadar bu platformlar uzaktaki sevdiklerimizle bağlantı kurmamızı kolaylaştırsa da, aynı fiziksel ortamı paylaştığımız insanlarla olan yüz yüze iletişimimizin kalitesini azaltabiliyor. Özellikle genç kuşaklar, arkadaşlarıyla buluşup etkinlik yapmak yerine çevrimiçi sohbet etmeyi veya birlikte vakit geçirirken bile telefon ekranına bakmayı tercih edebiliyor. Bu durum zamanla sosyal becerilerin körelmesine, empati yeteneğinin azalmasına ve yalnızlık hissinin artmasına zemin hazırlıyor. Yapılan araştırmalar, aşırı sosyal medya kullanımının gerçek hayattaki sosyal bağları olumsuz etkileyebildiğini gösteriyor. 2021 yılında Suudi Arabistan’da üniversite öğrencileriyle yapılan bir çalışma, katılımcıların %59’unun uzun süre sosyal medyada vakit geçirmenin aile ilişkilerini ve arkadaşlıklarını olumsuz etkilediğini ve yüz yüze iletişimi zorlaştırdığını bildirdiğini ortaya koymuştur. Bu bulgu, sanal etkileşimlere aşırı ölçüde bel bağlamanın, fiziksel dünyadaki ilişki kurma becerimizi nasıl köreltebileceğine dair önemli bir işarettir. Gerçekten de, arkadaşlarımızla veya ailemizle aynı odada bulunurken bile telefondan sosyal medya akışlarını kontrol etmek, orada olmayan kişilere odaklanıp yanı başımızdakileri ihmal etmemize yol açıyor. Sonuç olarak, sevdiklerimizle birlikte geçirdiğimiz “kaliteli zaman” azalıyor, ilişkiler yüzeysel bir hal alabiliyor. Aşırı sosyal medya kullanımının ilişkiler üzerindeki etkisi romantik bağlarda da hissediliyor. Çiftler arasında, sosyal medyada geçirilen süre arttıkça anlaşmazlıkların ve memnuniyetsizliğin arttığını saptayan çalışmalar mevcut. Örneğin, Instagram kullanan çiftleri inceleyen bir araştırmada, platformda geçirilen sürenin artmasının ilişki tatminini azalttığı ve çiftler arasında daha fazla çatışmaya yol açtığı tespit edilmiştir. Bunun bir nedeni, sosyal medyada kıyaslama ve güvensizlik duygularının körüklenmesidir; partnerlerden biri, diğerinin çevrimiçi etkileşimlerinden rahatsızlık duyabilir, paylaşımlar üzerinden kıskançlık gelişebilir. Hatta literatüre “Facebook kıskançlığı” gibi kavramlar girmiştir: Kişilerin, eşlerinin/partnerlerinin sosyal medyadaki arkadaşları veya etkileşimleri nedeniyle kıskançlık ve paranoya yaşaması. Bu tür duygular, gerçek hayattaki ilişkilere olumsuz yansıyıp güven sorunlarına dönüşebilir. Bunun yanında, hayatımıza yeni giren bir kavram da “phubbing” (phone + snubbing kelimelerinin birleşimi). Phubbing, birisiyle yüz yüze sohbet ederken sürekli telefonla ilgilenme, karşısındaki kişiyi telefona tercih etme anlamına geliyor. Birçok çalışma, phubbing davranışının ilişkilere zarar verdiğini göstermektedir. Phubbing’e maruz kalan kişiler, bunun kaba bir tutum olduğunu, karşılarındakiyle duygusal bağlarını zayıflattığını ve aralarındaki güveni sarstığını dile getirmektedir. Hatta romantik ilişkilerde phubbing, partnerler arasında kıskançlığı artırıp bağları zayıflatmakta ve ilişki tatminini düşürmektedir. Düşünün ki, önemli bir konuyu tartışmak istediğiniz sevgiliniz gözünüzün içine bakmak yerine Instagram’da başkalarının hikâyelerine dalmış; bu durumda kendinizi değersiz ve dışlanmış hissetmeniz kaçınılmazdır. Tüm bu bulgular, sosyal medyanın ironik bir şekilde bizi daha “sosyal” değil, aksine daha izole hale getirebileceğini gösteriyor. Fiziksel olarak bir arada olsak bile zihnen başka dünyalarda gezinmemize yol açan bu platformlar, gerçek dostlukların ve derin sohbetlerin yerini “like”lar, emoji tepkileri ve yüzeysel yorumlarla dolduruyor. Uzun vadede, insanlar arasındaki empati ve samimiyet azalırken, yalnızlık ve izolasyon hissi artabiliyor. Teknoloji, mesafeleri kısaltırken aramızdaki görünmez duvarları yükseltiyor olabilir. Bu nedenle, sosyal medyanın gerçek ilişkilerimizi gölgelememesi için dijital dünya ile fiziksel dünya arasındaki dengeyi yeniden kurmak büyük önem taşıyor.

Dikkat Süresinin Azalması ve Üretkenlik Kaybı

Sosyal medya uygulamaları, bitmek bilmeyen içerik akışları ve anlık bildirimleriyle kullanıcıların dikkatini sürekli çekmek üzere tasarlanmıştır. Bu durum, günümüzde pek çok insanın dikkat süresinin geçmişe kıyasla belirgin ölçüde kısaldığı yönünde tartışmalara yol açıyor. Özellikle genç nesiller, aynı anda birden fazla ekranla meşgul olma, hızla akan gönderiler arasında sabırsızlıkla gezinme eğiliminde. Yapılan bir araştırma, dijital çağda ortalama insan dikkat süresinin 8 saniyeye kadar düştüğünü iddia etmektedir. Bu süre, genellikle espri konusu olan “balık hafızası” benzetmelerini haklı çıkaracak kadar kısadır; zira bu bağlamda insanın dikkat süresi bir akvaryum balığınınkinden bile daha düşük çıkmıştır. Elbette bu tür istatistikler tüm insanlar için genellenemez, ancak yine de sosyal medya ve genel olarak dijital teknolojilerin dikkatimizi çabucak dağıtan, odaklanmayı zorlaştıran bir yönü olduğu aşikâr. Sosyal medya kullanırken sık sık dikkatimizi bölen bildirimler alıyoruz: Yeni bir mesaj, bir arkadaş etiketlemesi, gönderimize gelen bir yorum veya beğeni… Bu uyaranlar, yaptığımız işe veya bulunduğumuz ana odaklanmamızı güçleştiriyor. Birçok kişi önemli bir işle meşgulken bile gelen bildirimlere kayıtsız kalamayıp telefonunu kontrol ediyor. Ortalama bir insanın akıllı telefonunu günde 100’den fazla kez kontrol ettiğine dair veriler mevcut; örneğin 2023 yılında ABD’de yapılan bir ankette kişiler telefonlarını ortalama günde 144 kez kontrol ettiklerini belirtmiştir. Dahası, aynı ankette katılımcıların %57’si telefonlarına (dolayısıyla büyük ölçüde sosyal medya uygulamalarına) bağımlı olduklarını kabul etmişlerdir. Sürekli telefona bakma ihtiyacı, derin çalışma veya okuma gibi uzun süreli dikkat gerektiren eylemleri bölmekte, zihnimizi parça parça dikkat moduna alıştırmaktadır. Bu da bir işe verebildiğimiz kesintisiz dikkat süresini kısaltabilir. Örneğin, birkaç dakikada bir sosyal medya akışına göz atma dürtüsüyle hareket eden birinin, bir kitap bölümünü veya raporu derinlemesine okuması güçleşir; zira zihin, kısa süreli ve hızlı haz veren içeriklere koşullanmıştır. Dikkat süresindeki azalmanın ötesinde, sosyal medya kullanımının üretkenlik üzerinde de olumsuz etkileri olduğu gözlemleniyor. İş yerlerinde ve okullarda, sosyal medya başlıca dikkat dağıtıcı unsurlardan biri haline geldi. Bir işe tam konsantre olmak yerine, çalışanlar ve öğrenciler arada sosyal medyaya göz atma ihtiyacı duyabiliyor. Bu durum birikince, gün içerisinde ciddi bir zaman kaybına dönüşebiliyor. Yapılan anketler, çalışanların büyük bir kısmının mesai saatlerinde sosyal medya kullandığını ortaya koyuyor. Örneğin, 2024 yılına ait bir istatistik, çalışanların %73’ünün işteyken sosyal medyaya girdiğini ve bunun işverenler açısından çalışan başına günde ortalama 47 dakikalık verim kaybına yol açtığını hesaplamıştır. Neredeyse her gün bir saatin verimsiz geçmesi, uzun vadede şirketler ve genel ekonomi için de önemli bir kayıp demektir. Sadece ofis işleri değil, araç kullanırken bile telefona bakmak gibi tehlikeli davranışlar üretkenlikten ziyade güvenlik riskleri doğuruyor. Öğrenciler açısından da benzer bir tablo söz konusu: Ders çalışırken sürekli telefona bakmak, gelen mesajlara yanıt vermek veya TikTok’ta birkaç video izlemek “masum” görünse de, odaklanma yeteneğini baltalayarak öğrenmeyi zorlaştırıyor. Bir konuyu tam anlayacakken bölünmek, sonra tekrar toparlanmaya çalışmak zihin için yıpratıcı oluyor. Uzmanlar, bir işe dalıp “akış”a (flow) geçmenin yaklaşık 15–20 dakika sürdüğünü, fakat sosyal medya bildirimleri yüzünden çoğumuzun bu seviyede kesintisiz odaklanmayı başaramadığını belirtiyorlar. Kısacası, sosyal medya bizi “dikkat ekonomisi”nin müşterileri haline getirirken, bedelini azalan dikkat süresi ve düşen verimlilikle ödüyoruz. Hem bireysel olarak işlerimizi yetiştirmekte, derin düşünmekte zorlanıyor; hem de toplumsal ölçekte yaratıcılık ve üretkenlik potansiyelimizden kaybediyoruz. Bu soruna karşı, dijital minimalizm yaklaşımları, bildirimleri kapatma, belli saatlerde sosyal medya diyeti uygulama gibi çözüm önerileri gündeme gelmeye başladı. Dikkatimizi geri kazanmak, zihinsel üretkenliğimizi korumak için belki de arada çevrimdışı kalabilmeyi öğrenmemiz gerekecek.

Tüketim Kültürü ve Sosyal Medya Bağımlılığı

Sosyal medya platformları sadece iletişim aracı değil, aynı zamanda dev birer pazarlama ve tüketim arenası haline gelmiş durumda. Instagram’da gezindiğimizde ünlülerin veya influencer’ların lüks yaşamlarını, en yeni moda trendlerini, son model telefonları veya arabaları sergilediklerini görüyoruz. YouTube ve TikTok’ta ürün incelemeleri, “haul” videoları (alışveriş ganimetlerini gösterme) ve sürekli bir şeyler satın almaya teşvik eden içerik bombardımanı altındayız. Bu durum, farkında olmadan tüketim odaklı bir kültürü besliyor. Sosyal medyada sunulan hayatlar genellikle en parlak yönleriyle gösterildiği ve başarı çoğunlukla maddi sembollerle özdeşleştirildiği için, izleyiciler de aynı standartlara ulaşmak, benzer ürünlere sahip olmak için tüketim yarışına girebiliyor. Araştırmalar, sosyal medya kullanımının özellikle gençler arasında maddiyatçılığı (materialism) artırdığını ortaya koyuyor. Yani sosyal medyada sık vakit geçiren bireyler, para ve gösterişli eşyalara daha fazla önem verme, bunları mutluluğun veya başarının anahtarı olarak görme eğilimi gösteriyorlar. Bir diğer deyişle, Instagram’da sürekli lüks tatil fotoğrafları, marka kıyafetler veya son model cihazlar gören bir genç, kendi hayatında da bunlara sahip olmayı bir hedef haline getirebiliyor. Sosyal medya, insanların birbirleriyle “gelir ve statü yarışına” girdiği bir vitrin gibi işliyor: Kim daha egzotik bir tatile gitti, kim daha pahalı bir restoranı denedi, kim ne aldı… Böylece tüketim, sadece ihtiyaç gidermek için değil, sosyal onay ve hayranlık kazanmak için yapılan bir aktivite haline geliyor. Bu döngü de şirketlerin işine yarıyor elbette; reklamlar ve sponsorlu içerikler aracılığıyla sosyal medya, biz farkına varmadan satın alma davranışlarımızı yönlendiriyor. Tüketim kültürünün yanı sıra, sosyal medyanın bir diğer önemli sorunu da bağımlılık yapıcı niteliği. Tasarımcıları, bu platformları kullanıcıları maksimum süre çevrimiçi tutacak şekilde kurguluyorlar: Sonsuz kaydırma özelliği, bitmeyen içerik akışı, belirsiz aralıklarla gelen ödüller (aranız sıra like veya yorumlar) beynin ödül mekanizmasını harekete geçirerek adeta kumar makineleri gibi bizi ekrana bağlıyor. Bir bildirimin kırmızı noktası veya yeni bir mesajın belirdiğini görmek, dopamin adı verilen haz kimyasalının salgılanmasına yol açarak iyi hissettiriyor; ancak bu his kısa süreli ve yüzeysel olduğu için tekrar tekrar o duygu peşinde uygulamalara yöneliyoruz. Zamanla, sosyal medyada geçirdiğimiz süre kontrolden çıkabiliyor. Küresel ölçekte bakıldığında, sosyal medya veya internete bağımlılık düzeyinde bağlı olduğu tahmin edilen insan sayısı endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. Michigan Üniversitesi’nin araştırmasına göre dünya genelinde 210 milyon kişi sosyal medya ve internet bağımlılığı yaşıyor olabilir. Sadece ABD’de, yapılan bir çalışmada nüfusun %10’una denk gelen yaklaşık 33 milyon kişinin sosyal medyaya ortalamanın üzerinde bağımlılık belirtileri gösterdiği rapor edilmiştir. Bu rakamlar, sosyal medyanın yarattığı davranışsal bağımlılığın ne kadar yaygın hale geldiğine işaret ediyor. Türkiye gibi ülkelerde de durum farklı değil; gençler arasında “telefonsuz yapamama” hali sıkça dile getiriliyor, hatta “FOMO” (Fear of Missing Out — bir şeyleri kaçırma korkusu) adı verilen, sürekli çevrimiçi olmazsa önemli bir gelişmeyi, bir mesajı veya gündemi kaçıracağı endişesi yaşayan bir kitle oluşmuş durumda. Bu psikolojik baskı, kişileri sosyal medyayı bırakmak bir yana, kısa süreliğine uzak kalmayı bile imkânsız görmeye itebiliyor. Sosyal medya bağımlılığının sonuçları ise hem bireysel hem toplumsal düzeyde ciddi. Bireyler zamanlarını daha faydalı, üretken veya anlamlı etkinlikler yerine ekran karşısında tüketiyor; uyku düzeni bozuluyor, fiziksel aktivite azalıyor. Toplumsal düzeyde ise bu bağımlılık, dikkat dağınıklığı yaşayan, bilgiye derinlemesine değil yüzeysel olarak hakim olan, sabırsız ve anlık haz arayışında bir kitle ortaya çıkarabilir. Sosyal medya kullanımının artmasıyla madde bağımlılığı benzeri semptomlar gösteren (yoksunluk hissi, tolerans gelişimi, sosyal hayattan çekilme gibi) vakalar üzerine uzmanlar uyarılarda bulunuyor. Örneğin, akıllı telefonunu yanında olmadan birkaç saat geçiremeyen, bildirim almadığında huzursuzlanan veya sosyal medyada onaylanma (beğeni, yorum) almadığında depresif hisseden bireylerin sayısı hiç de az değil. Bu noktada, sosyal medyanın hem tüketim çılgınlığını hem de davranışsal bağımlılığı tetikleyen yönüne karşı toplumsal farkındalığın artırılması gerekiyor. Dijital okuryazarlık eğitimlerinde, gençlere sosyal medyanın bu yönleri anlatılmalı; ebeveynler çocuklarını erken yaşta sınırsız ekran maruziyetinden korumalı. Ayrıca sosyal medya platformlarının da kullanıcıların dijital refahını gözeten özellikler (örneğin kullanım süresi hatırlatıcıları, gece modu, arka arkaya geçirilen zamanı kısıtlayıcı opsiyonlar) sunması, tasarımda etik ilkeleri benimsemesi beklenmeli. Aksi takdirde, kâr amacıyla insan psikolojisinin zaaflarını sonuna kadar istismar eden bir sistem, bireyleri tüketim ve ekran esaretine mahkûm etmeye devam edecek.

Bilgi Kirliliği ve Dezenformasyon

Sosyal medyanın en tehlikeli olumsuz etkilerinden biri, doğru ve güvenilir bilgiye erişimi zorlaştırması, yerine bilgi kirliliği ve dezenformasyonu yaygınlaştırmasıdır. İnternet öncesi dönemde haberler ve bilgiler çoğunlukla gazeteler, dergiler, televizyonlar gibi editoryal süzgeçlerden geçen kaynaklardan alınırdı. Oysa bugün herkes bir “yayıncı” konumunda; birkaç tuşa basarak milyonlara ulaşabilecek içerikler üretebiliyor. Bu demokratik gibi görünen ortam, maalesef yanlış bilgilerin de aynı hızla ve genişlikte yayılmasına zemin hazırlıyor. Sosyal medya platformları, sansasyonel ve çarpıcı içeriğin daha fazla dikkat çektiği bir yapıya sahip. Algoritmalar kullanıcıların ilgisini çekebilecek, duygularını tetikleyebilecek gönderileri ön plana çıkarıyor. Bu da genellikle yanlış veya doğruluğu şüpheli bilgilerin viral olmasını kolaylaştırıyor. Güncel araştırmalar, sosyal medyada yalan haberlerin yayılma hızının gerçek haberlerden çok daha yüksek olduğunu kanıtlıyor. MIT tarafından 2006–2017 arası Twitter verileri üzerinde yapılan kapsamlı bir analizde, yanlış haberlerin çevrimiçi ortamda “gerçek” haberlere kıyasla çok daha uzağa, daha hızlı ve daha geniş kitlelere yayıldığı tespit edilmiştir. Özellikle siyasi içerikli dezenformasyon, platformlarda başı çekmektedir. Çalışmanın bulgularına göre, yalan iddialar gerçeklere kıyasla %70 daha fazla retweet edilme ihtimaline sahip ve Twitter’da 1500 kişiye ulaşma eşiğine, doğru haberlere göre altı kat daha hızlı erişebilmektedir. Bu çarpıcı istatistik, dezenformasyonun sosyal medya ekosisteminde ne denli avantajlı bir konumda olduğunu göstermektedir. Gerçekler ağır ağır ilerlerken, dedikodular, komplo teorileri ve sahte haberler bir yangın gibi etrafı sarabilmektedir. Bilgi kirliliğinin sonuçları oldukça vahim olabilir. Yanlış bilgiler, bireylerin yanlış kararlar almasına, toplumda paniğe veya bölünmelere yol açabilir.

Örneğin, sağlık alanında yayılan asılsız iddialar (sahte tedaviler, aşı karşıtı dezenformasyon gibi) insanların sağlığını riske atabiliyor. COVID-19 pandemisi sırasında Dünya Sağlık Örgütü bu durumu “infodemic” (enformasyon salgını) olarak tanımlamış ve virüs kadar tehlikeli bir yanlış bilgi salgınıyla mücadele etmek zorunda kalındığını belirtmişti. Benzer şekilde, sosyal medyada yayılan komplo teorileri veya çarpıtılmış içerikler siyasi kutuplaşmayı derinleştirebiliyor, demokratik süreçlere duyulan güveni zedeleyebiliyor. 2016 ABD seçimlerinden Brexit referandumuna, pek çok örnekte sosyal medyada organize edilen dezenformasyon kampanyalarının kitlelerin algısını etkilediği iddia edilmiştir. İşin kötü yanı, pek çok insan haber kaynağı olarak sosyal medyayı kullanıyor ve karşılaştığı bilgileri yeterince sorgulamadan doğru kabul edebiliyor. ABD’de yetişkinlerin %54’ü haberleri en azından ara sıra sosyal medyadan takip ettiğini belirtmiştir. Yani toplumun yarısı, Facebook, Twitter veya Instagram akışında gördüğü içerikleri haber kaynağı olarak kullanıyor. Bu durum, dezenformasyonun etkisini katbekat artırıyor; çünkü sosyal medyada okuduğu bir haberi geleneksel medyadaki gibi doğrulama mekanizması olmadan tüketen kişi, yanlış bir bilgiyi gerçek sanıp etrafına yayabiliyor. Üstelik insanlar genellikle “eho odaları” (echo chamber) denilen, kendi görüşlerini yansıtan bir çevre içinde sosyal medya kullanıyorlar.

Algoritmalar da kullanıcının ilgi alanına, önceki etkileşimlerine göre içerik sunduğundan, kişi zaten inandığı şeyleri pekiştiren bir bilgi balonu içinde kalıyor. Farklı bakış açılarına maruz kalmak azalıyor, bu da yanlış bilgiye karşı eleştirel düşünmeyi daha da zorlaştırıyor. Sosyal medya platformları, son yıllarda yanlış bilgiyle mücadele adına bazı adımlar atsa da (içerik etiketleme, doğrulama organizasyonlarıyla iş birliği, şüpheli hesapları kapatma gibi), sorun tamamen çözülebilmiş değil. Özellikle kapalı gruplar veya şifreli mesajlaşma uygulamaları üzerinden yayılan komplo teorilerini kontrol etmek neredeyse imkânsız. Son kullanıcının da bu noktada sorumluluk alması, karşılaştığı bilginin kaynağını sorgulaması, medya okuryazarlığı becerilerini geliştirmesi gerekiyor. Aksi halde, sosyal medya çağında bilgi kirliliği demokratik toplumlar için ciddi bir tehdit olmayı sürdürecektir. Kitlelerin manipüle edilmesi, gerçeklerin çarpıtılması ve toplumsal kutuplaşma, bu dezenformasyon ikliminin çarpan etkisiyle daha sık ve yoğun yaşanabilir.

Algı Yönetimi ve Sahte Mutluluk Kültürü

Sosyal medyada paylaşılan içeriklerin büyük bir bölümü, hayatlarımızın en mutlu, en başarılı, en çekici anlarından oluşuyor. Kullanıcılar genellikle güzel bir tatil karesi, gurur duydukları bir başarı, şık bir kıyafetle çekilmiş fotoğraf gibi kendilerini iyi gösteren yönlerini sergilemeyi tercih ediyorlar. Buna karşın, kötü günlerini, başarısızlıklarını veya sıradan anlarını paylaşmaktan kaçınıyorlar. Bu seçici paylaşım alışkanlığı, sosyal medya platformlarında genel bir “sahte mutluluk” atmosferinin oluşmasına yol açıyor. Herkes profilinde harika bir hayat yaşıyormuş gibi görünüyor: Sürekli eğlenen arkadaş grupları, romantik jestler yapan eşler, kariyerinde yükselen profesyoneller, kusursuz görünen bedenler… Elbette gerçek hayatın böyle olmadığını biliyoruz, fakat sürekli bu parıltılı paylaşımlara maruz kalmak, insan psikolojisini ister istemez etkiliyor. Öncelikle, sosyal medya kullanıcıları arasında algı yönetimi yaygın bir davranış halini almış durumda. Herkes kendi dijital imajının yöneticisi gibi hareket ediyor; paylaştıklarıyla belli bir imaj çizip takipçilerinin algısını şekillendirmeye çalışıyor. Bu bazen bilinçli bir “kendini marka gibi pazarlama” stratejisiyle (özellikle influencer’lar veya tanınmış kişilerde), bazen de bilinçsiz bir şekilde onay ve beğeni ihtiyacıyla yapılıyor. İnsanlar, sosyal medyada aldıkları beğeni ve olumlu yorumları birer sosyal onay ölçütü olarak görüyorlar. Bu nedenle daha çok beğenilecek, ilgi çekecek paylaşımlar yapmaya yöneliyorlar. Örneğin, gençler arasında popüler olan bir eğilim, bir gönderi yeterince beğeni almazsa silmek veya düşük etkileşim alan içeriği profilden kaldırmak. Nitekim yapılan bir anket, gençlerin %43’ünün az beğeni aldıkları için paylaşımlarını sildiklerini ortaya koymuştur. Yine aynı çalışmada, gençlerin %43’ü sosyal medyada paylaştıkları bir gönderi kimse tarafından beğenilmez veya yorum almazsa kendilerini kötü hissettiklerini belirtmişlerdir. Bu veriler, sosyal medya etkileşiminin gençlerin özgüveni ve özdeğeri üzerinde nasıl belirleyici hale gelebildiğini göstermektedir. Diğer yandan, sürekli başkalarının “mükemmel” hayatlarını izlemek, izleyici konumundaki kullanıcılar üzerinde kıyaslama baskısı yaratıyor.

Herkesin çok mutlu, başarılı veya güzel göründüğü bir ortamda, kişi kendi sıradan hayatını değersiz görmeye başlayabiliyor. “Ben neden onlar kadar mutlu değilim? Neden herkesin bir sevgilisi, harika bir işi var da benim yok?” gibi düşünceler belirebiliyor. Bu durum psikolojide sosyal kıyas olgusuyla açıklanır: İnsanın kendini başkalarıyla karşılaştırarak değer biçmesi. Sosyal medya ise kıyas için oldukça çarpıtılmış bir zemin; çünkü herkes vitrinde sadece en parlak objesini sergiliyor. Sonuç olarak, kullanıcılar hem kendi gerçek yaşamlarını olduğundan kötü algılıyor hem de başkalarınınki hakkında gerçekçi olmayan çıkarımlar yapıyor. Araştırmalar, sosyal medyada hissedilen kıskançlık duygusunun insanların yaşam memnuniyetini azalttığını ortaya koyuyor. Yani, başkalarının paylaşımlarına imrenerek çok zaman geçiren kişiler, kendi hayatlarından daha az tatmin olma eğilimi gösteriyor.

Bir Guardian makalesi bunu “başkalarının hayatı mükemmel, bir tek ben mutsuzum” yanılgısı olarak tanımlamıştı. Gerçekte elbette herkesin derdi, hüznü, başarısızlığı var; ancak sosyal medyada bunlar görünmediği için bir mutluluk illüzyonu oluşuyor. Kıskançlık ve yetersizlik hissi, zamanla depresif duygulara dönüşebilir. Sosyal medyada sürekli gülen yüzler görmek, kişinin kendi üzüntülerini veya streslerini anormalmiş gibi algılamasına neden olabilir. “Herkes bu kadar iyi vakit geçirirken benim kötü hissetmeye hakkım yok” düşüncesi, duygusal yüklerin bastırılmasına veya utanılmasına yol açabilir. Sosyal medyadaki sahte mutluluk kültürü, sadece bireyleri değil toplumun genelini de etkiler. Toplumsal değerler, giderek “mutlu görünmek” üzerine kurulmaya başlanır. İnsanlar gerçek duygularını, kırılganlıklarını gizler; çünkü dijital çağda mutsuzluğa yer yok gibidir. Bu da aslında samimiyeti ve gerçekliği örseleyen bir kültürel iklim yaratır. Örneğin, biri zor bir dönemden geçiyorsa bile sosyal medya paylaşımlarında bunu belli etmemeye, tam tersine dışarıya güçlü ve neşeli görünmeye çalışabilir. Ne var ki, bu yapmacık tavır uzun vadede kişinin iç dünyasıyla dış imajı arasındaki uçurumu artırarak psikolojik gerilime sebep olabilir. Ek olarak, “algı yönetimi” kavramı sadece bireyler için değil, kurumlar veya otoriteler için de geçerli. Şirketler sosyal medyada markalarıyla ilgili pozitif bir algı oluşturmak için büyük çaba harcıyor, hatta kriz anlarında algıyı yönetmek için profesyonel ekipler çalıştırıyorlar. Politikacılar ve hükümetler de sosyal medyayı bir propaganda ve algı yönetimi aracı olarak kullanabiliyor. Örneğin, sahte hesaplar veya botlar aracılığıyla belirli bir mesajın trend yapılması, toplumsal duyarlılığın manipüle edilmesi gibi uygulamalar çeşitli ülkelerde görüldü. Bu, başka bir boyutta sosyal medyanın olumsuz etkisi: Gerçek gündemin yerine suni gündemler yaratılabilmesi, kitlelerin algısıyla oynanabilmesi. Yani sahte mutluluk kültürünün yanında bir de sahte “gerçeklik” veya çarpıtılmış algılar dünyası var. Tüm bunların farkında olarak, sosyal medya içeriklerini tüketirken eleştirel bir gözle bakmak şart. Herkesin Instagram’da göründüğü kadar mutlu olmadığını, Twitter’da yazdığı kadar bilgili veya haklı olmayabileceğini akılda tutmak gerekiyor. Sosyal medyanın pembe filtresinin arkasında gerçek bir hayat ve karmaşık duygular olduğunu unutmamak, kendi yaşamımızı da bu yanılsamalarla değersizleştirmemek önemli. Belki de arada sırada sosyal medya detoksu yapmak, çevrimdışı dünyadaki gerçek sohbetlere, gerçek insanlara odaklanmak bu sağlıksız kıyas döngüsünü kırmaya yardımcı olabilir.

Zihinsel Sağlık Üzerindeki Etkileri (Anksiyete, Depresyon vb.)

Sosyal medyanın bireylerin ruh sağlığı üzerindeki etkileri son yıllarda yoğun biçimde araştırılan ve tartışılan bir konu haline geldi. Her ne kadar sosyal medya sayesinde insanlar destek toplulukları bulabilse, farkındalık kampanyaları yayılabilse de, genel eğilim maalesef olumsuz etkilerin baskın olduğunu gösteriyor. Özellikle ergenler ve genç yetişkinler arasında sosyal medya kullanımıyla anksiyete (kaygı) ve depresyon belirtilerindeki artış arasında bağlantılar kuruluyor. Sürekli çevrimiçi olma hali, beyin kimyamızı ve duygu durumumuzu çeşitli şekillerde etkileyebiliyor. Birçok bilimsel çalışma, aşırı sosyal medya kullanımı ile ruh sağlığı problemleri arasında güçlü bir ilişki tespit etmiştir. Örneğin, 2023 yılında yayımlanan bir araştırmanın analizine göre sosyal medyayı yoğun kullanan bireylerde depresyon, anksiyete ve stres düzeyleri anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur; sosyal medyada daha fazla zaman geçiren veya birden çok platformu aktif kullanan katılımcılar, bu psikolojik testlerde daha yüksek skorlar almıştır. Bu sonuç, sosyal medyanın sadece eğlenceli vakit geçirme aracı olmayıp, kişinin ruh halini olumsuz yönde etkileyebilecek bir risk faktörü olabileceğini ortaya koyuyor.

Elbette bu tür çalışmalar nedensellik göstermiyor; yani sosyal medya mı depresyona yol açıyor, yoksa depresif hisleri olanlar mı sosyal medyaya daha çok yöneliyor sorusu tartışmalı. Ancak iki durum arasında bir korelasyon olduğu açık ve bu da önlem alınmasını gerektirecek kadar önemli. Sosyal medyanın zihinsel sağlık üzerindeki etkilerini düşündüğümüzde, birkaç mekanizma öne çıkıyor. İlk olarak, önceki bölümde bahsettiğimiz sosyal kıyas ve kıskançlık duyguları depresyon ve anksiyeteyi körükleyebiliyor. Kişi kendini sürekli diğerlerinin “mükemmel” hayatlarıyla kıyaslayınca özgüveni zedeleniyor, değersizlik hissi pekişiyor. İkinci olarak, sosyal medyada maruz kalınan siber zorbalık (cyberbullying) ciddi travmalara yol açabiliyor. Özellikle genç kullanıcılar arasında yaygın olan bu olgu, sanal ortamda hakaret, dışlama, dedikodu yayma veya küçük düşürme biçiminde tezahür ederek kurbanların yoğun anksiyete ve depresyon yaşamasına sebep olabiliyor.

Üçüncü olarak, sosyal medya uyku düzenini bozarak zihinsel sağlığı dolaylı yoldan etkileyebiliyor. Birçok genç yatakta bile telefonunu elinden düşürmüyor, gece geç saatlere kadar ekranla meşgul olup uykusuz kalıyor. Mavi ışığın etkisi bir yana, uykusuzluk hali anksiyeteyi artırıp duygu durumunu dengesizleştirebilir; ertesi gün yorgun ve huzursuz hissetmeye yol açabilir. Gençler, sosyal medyanın zihinsel etkileri konusunda en kırılgan gruplardan biri. Beyin gelişiminin sürdüğü ergenlik döneminde, sosyal onaya duyulan ihtiyaç ve kimlik arayışı had safhadadır. Sosyal medya bu ihtiyacı istismar ederek bir onay mekanizmasına dönüşebiliyor. ABD’de yayınlanan bir Sağlık Bakanlığı raporuna göre, günde 3 saatten fazla sosyal medyada vakit geçiren gençlerin depresyon ve anksiyete gibi ruh sağlığı sorunları yaşama riskinin iki katına çıktığı belirtilmiştir. Aynı raporda, 13–17 yaş arası gençlerin %95’inin en az bir sosyal medya platformu kullandığı ve üçte birinin “neredeyse sürekli” sosyal medyada olduğunu söylediği ifade ediliyor. Bu denli yoğun bir maruziyet, genç dimağların gerçeklik algısından tutun da öz-değer duygusuna kadar pek çok alanda etkide bulunuyor. Örneğin, bir genç için okulda yaşadığı bir zorbalık olayı sosyal medyada tekrar tekrar karşısına çıkabilir, aldığı her bildirimde travması tetiklenebilir. Ya da dış görünüş kaygıları olan bir ergen, sosyal medyada filtrelenmiş, kusursuz görünen fotoğraflar gördükçe kendi bedenine dair olumsuz düşüncelere kapılabilir, yeme bozukluklarına varan sonuçlar doğabilir. Sosyal medya bağımlılığı boyutuna varan kullanım ise anksiyete bozukluklarıyla ilişkilendiriliyor. Norveçli yetişkinlerle ilgili bir araştırma, sosyal medya bağımlılığı belirtileri gösteren kişilerde anksiyete bozukluklarının daha sık görüldüğünü ortaya koymuştur.

Yine başka bir çalışmada, günde çok fazla saatini sosyal medyada geçiren bireylerin anksiyete seviyelerinin klinik anlamda kaygı verici boyutlara ulaşabildiği belirtilmiştir. Bunun bir nedeni, sosyal medyanın insanlarda sürekli bir tetikte olma hali yaratmasıdır. Her an yeni bir içerik, yeni bir mesaj gelebilir düşüncesi, zihnin hiç dinlenmemesine yol açar. Bildirim sesi çalmasa bile “acaba bir şey kaçırdım mı” endişesi (FOMO) kişiyi sürekli kontrol etmeye iter. Bu da zihin için kronik bir stres faktörüdür ve uzun vadede anksiyete bozukluğunu tetikleyebilir. Depresyon konusunda da sosyal medyanın etkileri endişe vericidir. Yapılan bir uzun dönemli çalışma, sosyal medyada fazla vakit geçiren genç yetişkinlerin zamanla hayat memnuniyetlerinde düşüş ve depresif belirtilerde artış yaşadığını bulmuştur. Özellikle günde birkaç saatten fazla sosyal medya kullananlarda yalnızlık hissinin daha yoğun olduğu, bunun da depresyon riskini artırdığı düşünülmektedir.

Hatta literatürde “Facebook depresyonu” terimi bile ortaya atılmış, sosyal medyada mutlu görünen hayatları izledikçe kendini kötü hissetme durumunu tanımlamak için kullanılmıştır. Elbette depresyonun çok boyutlu bir olgu olduğunu ve tek başına sosyal medyadan kaynaklanmadığını vurgulamak gerekir. Ancak sosyal medya, var olan riskleri büyütebilen veya tetikleyebilen bir faktör olarak göze çarpıyor. Zihinsel sağlık üzerindeki bu olumsuz etkiler karşısında ne yapabiliriz? Uzmanlar, sosyal medya kullanımını ölçülü ve bilinçli hale getirmek gerektiğini belirtiyor. Bu, her şeyden önce çevrimiçi deneyimin farkında olmayı, kendimizi başkalarıyla sağlıksız biçimde kıyaslamamayı, olumsuz içeriklere maruz kaldığımızda gerekli molaları vermeyi içerir. Ebeveynlerin çocuklarının sosyal medya faaliyetlerini takip etmesi, onlarla dijital dünyada karşılaşabilecekleri riskler hakkında konuşması çok önemli. Okullarda da medya okuryazarlığı dersleriyle gençlere sosyal medyanın gerçekliği yansıtmayan doğası ve olası zararları anlatılmalı. Ayrıca, teknolojinin kendisinden de çözümler gelebilir: Örneğin, Twitter gibi bazı platformlar son yıllarda toksik etkileşimi azaltmak için içerik filtreleri, kullanıcı engelleme araçları sunuyor; Instagram, genç kullanıcılara ekran süresi hatırlatmaları gönderiyor. Sonuç olarak, sosyal medya bıçak sırtı bir araç gibidir: Doğru kullanıldığında faydalı olabilir ama kontrolsüz bırakıldığında zihinsel sağlığımızı keskin darbelerle yaralayabilir. Anksiyete ve depresyon çağımızın yaygın sorunları haline gelirken, sosyal medyanın bu krizdeki rolünü ciddiye almalı ve hem bireysel hem toplumsal düzeyde gerekli adımları atmalıyız.

Sözün sonuna gelirsek

Sosyal medya, 21. yüzyılın iletişim devrimi olarak hayatımıza girdi ve birçok alanda ezber bozan değişikliklere yol açtı. Bilgiye ve insana erişimi kolaylaştırdı, sesini duyuramayanlara platform sağladı, küresel ölçekte etkileşimi mümkün kıldı. Ancak bu yazıda ele aldığımız gibi, madalyonun diğer yüzünde mahremiyetin aşınması, insani bağların zayıflaması, dikkat ve zaman kaybı, tüketim ve bağımlılık döngüsü, yanlış bilgilerin yaygınlaşması, yapay mutluluk illüzyonu ve ruh sağlığı sorunları gibi çok ciddi bedeller var. Sosyal medyanın olumsuz etkileri bireylerin tek tek hayatlarını etkilemekle kalmıyor, toplumsal dokuyu, demokrasiye olan güveni, kültürel değerleri ve gelecek nesillerin zihinsel iyi oluşunu da ilgilendiriyor. Bu durum karşısında, eleştirel bir bakış açısını korumak büyük önem taşıyor. Sosyal medyayı toptan reddetmek belki ne mümkün ne de gerekli, fakat onu nasıl kullandığımızı sorgulamak ve gerektiğinde sınırlar koymak zorundayız. Unutmamalıyız ki teknoloji nötr değildir; nasıl tasarlanıp kullanıldığı, ortaya çıkan sonuçları belirler. Eğer sosyal medya şirketleri kullanıcı gizliliğine saygı duyacak, yanlış bilgiyle etkin mücadele edecek ve gençleri koruyacak politikalar geliştirirse, zararları bir nebze azaltabiliriz. Aynı şekilde, kullanıcılar olarak bizler de dijital okuryazarlığımızı geliştirmeli, maruz kaldığımız içerikleri sorgulamalı, gerçek hayattaki ilişkilerimizi ihmal etmemeli ve gerektiğinde dijital detoks yapabilmeliyiz. Sosyal medyanın olumsuz etkileri üzerine yapılan akademik çalışmaların ve haberlerin artması, toplumda bu konuda bir farkındalığın filizlendiğini gösteriyor. Bu farkındalığın, daha etik bir sosyal medya ekosistemi talebine dönüşmesi gerekiyor. Tıpkı sağlıksız gıda tüketiminde nasıl bilinçlendiysek, dijital tüketimde de bilinçlenmeliyiz. Nasıl ki çevre kirliliğiyle mücadele için atıklarımızı azaltıyorsak, bilgi kirliliğiyle mücadele için de paylaşımlarımızda daha sorumlu davranmalıyız. Son tahlilde, sosyal medya bizim şekillendirdiğimiz bir araç. Onu insanlığın ortak iyiliği için kullanmak da, ayrıştırıcı ve yıpratıcı bir güç haline getirmek de elimizde. Bu dengeyi bulmak kolay olmayacak, zira alışkanlıklarımızı ve iş modellerini değiştirmeyi gerektiriyor. Ancak hem bireysel mutluluğumuz hem de sağlıklı bir toplum yapısı için, sosyal medyanın eleştirel gözle değerlendirilmesi ve gerekirse düzene sokulması gereken yönleri olduğunu artık görmezden gelemeyiz. Dijital çağda bilinçli kalmak, kendimize ve birbirimize yapabileceğimiz en büyük iyiliklerden biri haline gelmiştir. Unutmayalım: Sosyal medyanın kapat tuşu da elimizin altındadır ve bazen en etkili çözüm, o tuşa basabilmektir.

Kaynaklar:

  • Enzuzo Blog — Data Privacy Statistics 2024: Sosyal medya kullanıcılarının %38’i veri gizliliği endişeleri nedeniyle platformları daha az kullandığını belirtmiştir — ENZUZO.COM
  • Reuters — Facebook says data leak hits 87 million users: 2018’de patlak veren Cambridge Analytica skandalında 87 milyon Facebook kullanıcısının verileri izinsiz paylaşılmıştır — REUTERS.COM
  • Medical News Today — Negative effects of social media on relationships: Aşırı sosyal medya kullanımı, %59 oranında katılımcının aile ve arkadaşlık ilişkilerini olumsuz etkilediğini göstermiştir. Phubbing, duygusal bağı zayıflatıp güvensizlik yaratmaktadır — MEDICALNEWSTODAY.COM
  • KEG — The first 8 seconds — capturing the attention of Gen Z: Dijital çağda ortalama dikkat süresi yaklaşık 8 saniyeye inmiştir — KEG.COM
  • PCMag — Americans Check Their Phones…: İnsanlar telefonlarını günde ortalama 144 kez kontrol etmektedir; katılımcıların %57’si telefona (sosyal medyaya) bağımlı hissettiğini belirtmiştir — PCMAG.COM
  • SelectSoftware Reviews — Employee Productivity Statistics 2025: Çalışanların %73’ü iş saatlerinde sosyal medya kullanmakta ve bu da günde ortalama 47 dakika üretkenlik kaybına yol açmaktadır — SELECTSOFTWAREREVIEWS.COM
  • Psychology Today — Social Media Creates Unhappiness by Promoting Materialism: Sosyal medya kullanımı, özellikle gençlerde maddeci değerleri artırmaktadır; insanlar para ve eşya odaklı bir başarı anlayışına yönelebilmektedir — PSYCHOLOGYTODAY.COM
  • AddictionHelp — Social Media Addiction Statistics (2025): Dünyada tahminen 210 milyon kişi sosyal medya/internet bağımlılığı yaşamaktadır; ABD’de nüfusun %10’u (33 milyon kişi) sosyal medyaya bağımlı durumdadır — ADDICTIONHELP.COM
  • MIT Sloan — False news spreads faster than the truth: Araştırmalar, sosyal medyada yanlış haberlerin gerçeğe kıyasla %70 daha fazla retweet edildiğini ve 6 kat hızlı yayıldığını göstermektedir — MITSLOAN.MIT.EDU
  • Pew Research — Social Media and News (2024): ABD’li yetişkinlerin %54’ü haberleri en az bazen sosyal medyadan aldığını söylemektedir, bu da dezenformasyonun geniş kitlelere ulaşma potansiyelini göstermektedir — PEWRESEARCH.ORG
  • Psychology Today — The Effect of Social Media on Life Satisfaction: Sosyal medyada insanlar genellikle kendilerini iyi gösteren yönlerini paylaşır; olumsuz deneyimleri gizleme eğilimi yaygındır ve sosyal medya kullanıcıları arasında hissedilen kıskançlık, yaşam memnuniyetini düşürmektedir — PSYCHOLOGYTODAY.COM
  • AddictionHelp — Effects of Social Media on Teens: 13–17 yaş arası gençlerin %70’i sosyal medyada başkalarının paylaşımlarını gördükten sonra kendini dışlanmış (FOMO etkisi) hissettiğini belirtmiştir — ADDICTIONHELP.COM
  • PMC (NIH) — Excessive social media use and mental health: Aşırı sosyal medya kullanımı ile depresyon, anksiyete ve stres seviyeleri arasında güçlü bir pozitif ilişki saptanmıştır; çok zaman harcayanlar bu ölçeklerde daha yüksek skorlar almaktadır — PMC.NCBI.NLM.NIH.GOV
  • HHS (US Surgeon General Advisory 2023) — Social Media and Youth Mental Health: Günde 3 saatten fazla sosyal medyada vakit geçiren gençlerde depresyon ve anksiyete riskinin iki katına çıktığı rapor edilmiştir — HHS.GOV

Sign up to discover human stories that deepen your understanding of the world.

Membership

Read member-only stories

Support writers you read most

Earn money for your writing

Listen to audio narrations

Read offline with the Medium app

--

--

Mehmet Tuğrul Kaya
Mehmet Tuğrul Kaya

No responses yet

Write a response