Japon Sinemasından Dünya Sinemasına Bir Esinlenme Serüveni

Mehmet Tuğrul Kaya
8 min readJul 10, 2022

--

Yakın zamana kadar Japon sineması hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bir fikrimin olması çevremde aydın bir insan olan geç tanıştığım için hep hayıflandığım Nail Bey’in dikkatimi Japon sineması üzeri ne çekmesiyle başladı. (Ayrıca Nail bey bizim için bir amcadır, tam bir beyefendidir ve bir bilgi hazinesidir)

Nail beyin Akira Kurosawa, Kenji Mizoguchi, Kinugasa, Uchida, Shōhei Imamura, Kon Ichikawa, Masaki Kobayashi gibi isimlerin filmleri hakkında sonu gelmesini istemediğim anlatısını notlar alarak büyük bir kültür hazinesine ulaştığımı söyleyebilirim. Dünya sinemasına armağan ettikleriyle bu isimleri değerlendirdiğimde pastadaki aslan payının uzak doğu sineması özelinde Japon sinemasına verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Japon sineması birkaç dönemde özetlemek mümkün ancak temellendirmek gerekirse birçok patent sahibi mucit Edison’a kadar gitmek mümkün.

1891yılında Edison tarafından icat edilen kinetoskop ile Japonya’nın Tokyo kentinde bir gösterim düzenlenmiştir. Bu gösterim Japonya’nın sinemayla ilk tanışması olarak kabul edilmiştir. Ancak bu yazıya beni iten Japon Sinemasının etkileyici isimlerinden Kurosawa’nın sanatını getirdiği nokta olmuştur. Akira Kurosawa’nın sanat anlatısı benim dünyama Yedi Samuray filmiyle girdi. Ayrıca tamamen izlediğim ilk japonca film ise yine Kurosawa’nın Yojimbo’su oldu. Yojimbo’yu izleyince insanın aklına Clint Eastwood’un oynadığı A Fistful Dolar filminin gelmesi Japon sinemasının ne kadar hâkim bir kültür ögesi olduğunu gösteriyor.

A Fistful Of Dolar, Kurosawa’nın Yojimbo’sunun (1961) İtalyan Western versiyonuydu ve ben bu filmi çocukluğumda babamla TRT ekranlarında izlemiştim. Bu yüzden Kurosawa’nın en iyi iki samuray filmini ve onların Western yeniden çekimlerini bir aylık bir zaman diliminde tekrar üzerlerine düşünerek izledim. Tam bir film tutkunu olarak Japon ve Uzak Doğu sinemasının doğasına yavaş yavaş girmeye başladım. Yojimbo’da umarsız Samurayın insanı filme çeken ama bir o kadar da filmi ezen oyunculuğuyla karşınızda durması biraz filmden sizi uzaklaştırıyor.

Bir diğer filmi Yedi Samuray, Akira Kurosawa’nın yönettiği 1954 Japon macera/dram filmiydi, film Japonya’nın savaşan devletler döneminde 1587'de geçiyordu. Hikâye, hasattan sonra mahsulleri çalmayı amaçlayan haydutlara karşı savaşmak için yedi usta samuray toplayan bir çiftçi köyünün etrafında dönüyordu. Film, birçok eleştirmen tarafından tüm zamanların en büyük ve etkili filmlerinden biri olarak görülüyor.

Yedi samuray, Samurayların yerini silahşorların aldığı batıda 1960 yapımı Muhteşem Yedili filmine de ilham kaynağı olmuştur. Film aynı zamanda Japon tarımını bir çiftliğe ve neredeyse metaforik bir para birimi gibi davranan ekinlere vurgu yaparak yansıtıyordu. Bu filmlerden bahsetmemin sebebi Japon sinemasından esinlenilen ne kadar çok film olduğuna vurgu yapmaktır.

Daha birçoğunu sayabileceğim Japon filmleri diğer endüstrilerden farklı olarak ortaya çıkardığı filmlerin bir kısmında batı sinemasını etkileyerek onlarında kültleşmesine sebep olmuştur. Peki buna yol açan ana sebep nedir? Basitçe açıklamak gerekirse kült filmlerin yürütücü gücü genellikle tek bir faktörle belirlenir. Bunlar yönetmen başarısı, oyuncunun rol kabiliyeti, prodüksiyonun büyüklüğü, kostüm, makyaj veya müzik olabilir. Japon sinemasında hâkim unsur yönetmen ve başrol paslaşması diyebiliriz. Akira Kurosawa ve Toshiro Mifune belki de hayatlarında iş evliliğini çok iyi yürüten iki isim olarak öne çıkmaktadır. Yine Akira Kurosawa ve Tatsuya Nakadai bu evliliğin iyi örneklerindendir. Fakat Japon sineması muhteşem yönetmenlerin çıkardığı kült yapımlarla değil en çok anime ve korku yapımlarıyla tanınmaktadır, bu açıdan zengin ve çeşitli bir tarihe sahiptir, sürekli olarak eski ve yeni türleri keşfeder ve genellikle ülkenin siyasi ikliminden büyük ölçüde etkilenmektedir. Bu etki ve sayısız yönetmenin kararlılığı, Japon filmlerine benzersiz bir dünya algısı geliştirmiştir.

Bu yazıda, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla kadar Japon sinemasının tarihini ve Japon sinema endüstrisinin batıya nasıl uyarladığını ve geliştirdiğini analiz edip keşfedeceğiz. Japonya sinemanın başlangıcından beri yüksek kaliteli filmler yapıyor olsa da endüstrileri yarım yüzyılı aşkın bir süredir Batı’da neredeyse bilinmiyordu. Bunun çoğu, ilk filmlerin çoğunun “makaralar bittikten sonra sökülmüş” olması gerçeğinden kaynaklanmaktadır ve bu bize, Japonya’nın ilk sinematik çıktısını bir araya getirmek için kullanabileceğimiz çok az kaynak bırakmıştır. Japon erken sinema anlayışımızı ilerletmek için bu döneme ait filmleri büyük ölçüde kullanamıyor olsak bile, ulusun film yapma yolculuğuna nasıl başladığını ve ilk yıllarında nasıl geliştiğini ayrıntılandıran çok sayıda kaynak var.

Kayıtlar, Lumiere kardeşlerin sinematografının ve genellikle ilk film kameraları olduğuna inanılan Thomas Edison’un Kinetoscope’unun 1897'de Japonya’ya doğru yola çıktığını gösteriyor. Kabaca ilk gösteriminden on yıl sonra, tiyatro ve vodvil gösterileriyle birleşerek bir eğlence biçimine dönüşmeden önce Batı’nın sinemayı ilk başta fotoğrafın bir uzantısı olarak gördüğünü belirtiyor. Ancak Japonya, sinemayı en başından beri ikinci örnek olarak ele aldı ve onu ülkenin çok sevilen tiyatro gösterilerinin bir uzantısı olarak kullandı. Japon sinemasını konuşurken geleneksel Japon dinini ve Japon gelenekselciliğini incelemelerden ayrı düşünemezsiniz. Sinemayı geliştiren iyi örneklerden, Bunraku, geleneksel Japon kukla tiyatrosudur. Sinema ve tiyatronun bu birleşimidir hem Japon hem ithal filmler için hem de sessiz filmler için canlı anlatım sağlayan Japon sanatçılarını hazır bulunduran Benshi biçiminde sunulmaktadır. Daha basit anlatımıyla Benshi; sessiz dönem Japon sinemasında, sinema perdesi yanında oturup, film oynatılırken canlı olarak filmi yorumlayan, karakterleri seslendiren bir anlatıcıdır.

Tüm ulus 1920'lere kadar bu eğlence biçimine hayran kaldı, bu da en çok klasik anlatımı tercih ettiği için sesli sinemaya geçişi yavaşlattı. Sonuç olarak Japonya, 1930'ların ortalarına kadar, Batı bölgelerinden neredeyse on yıl sonra sesli filmler üretmeye başladı. Hatta 1938'e kadar Japon filmlerinin üçte biri sessizdi. Ancak bu, filmin diğer alanlarındaki gelişmesini engellemedi. 1910'lar ve 20'ler, Nation’ın (prodüksiyon şirketi) çok sayıda yeni film stüdyosu kurması ve daha geniş içerik dizisi üretmesiyle Japon sinemasının hızla büyüdüğü görülmektedir.

Takip eden yirmi yıl boyunca Japon sinemasına iki ana kategori hakim oldu: Gendai-geki filmleri ve jidai-geki filmleri. Gendai-geki filmleri çağdaş ortamlardaki filmlerken, jidai-geki filmleri genellikle ülkenin batı etkisine açılmasından önce Togukawa döneminde (1603–1868) geçiyordu. Ortak bir alt tür, aileler hakkında shomin-geki (ev draması) filmleriydi, burada yönetmenler Yasujiro Ozu ve Yasujiro Shimazu en tutarlı uygulayıcılardı. 1923'te Büyük Kanto depremi meydana geldi, Tokyo’yu harap etti ve film stüdyolarını onarılamaz bir şekilde yok etti. Japonya bir süre dış ithalata güvenmek zorunda kaldı. Yabancı izleyiciler hala büyük ölçüde Japon filmlerinden habersiz olsalar bile zamanla endüstrilerini yeniden inşa ettiler. Ama burada bir dönem kaybettiler.

Sesli ilk Japon filmi, karizmatik bir yaşam kesiti komedisi olan Heinosuke Gosho’nun The Neighbour’s Wife and Mine (1931) filmiydi. Bununla birlikte, Japonya giderek militarist hale geldikçe, giderek daha fazla sağcı propaganda filmi yapılmaya başladı. Kenji Mizoguchi gibi hümanistler, hükümet propagandasından kaçındılar. Daha sonra iki başyapıt olan Osaka Elegy ve Sisters of the Gion’u yönetecekti. Her iki film de 1936 çekildi ve çağdaş Japonya’da sömürülen kadınların hikayelerini anlatıyordu. Japon sinemasında ilk geniş ekran teknolojisi bu filmlerde kullanılıyordu ve bu sinema tarihi açısından devrimdi. Bu film yapımcılarının geliştirilen ve daha sonra uluslararası standart olarak kabul edilen önemli film yapım tekniklerinden habersiz oldukları için Japon sinemasının Batı sinemasından daha aşağı olduğu inancıyla çelişmektedir. Hollywood düşündüğümüz kadar başı çekmiyordu o dönemlerde. Neyse konumuza dönelim.

Savaş geldiğinde, Japon sinemasında büyük değişiklikler meydana geldi. 1939'a gelindiğinde, tüm Japon sineması devlet iktidarı altına girdi ve film üretimi yavaşladı, sadece bir avuç yönetmen film yapmaya devam etti.

Altın Çağ

1950'lerin ve 60'ların başlarındaki Japon sineması, geriye dönüp bakarsak, en ünlü ve uluslararası üne sahip filmlerini bu süre içinde üretildiği, ülkenin sinemanın ‘Altın Çağı’ olarak bu dönemde adlandırıldığını söyleyebiliriz. Japon sinemasının uluslararası tanınırlığı, Akira Kurosawa’nın Rashomon’unun piyasaya sürülmesiyle başladı. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve En İyi Yabancı Film Akademi Ödülü’nü kazanan, cinayet ve çoklu bakış açılarının labirenti andıran hikayesi o andan itibaren Japon sinema izleyicisinin dikkatini çekti. Kurosawa’nın filmleri aynı zamanda Batılı izleyicilerin de büyük ilgisini çekmeye başladı. Hollywood’da veya diğer uluslararası film endüstrilerinde çok nadiren görülen yeni ve heyecan verici hikâye anlatımı yöntemleri buldular. Hikayeler artık tek düze gitmiyordu. Avantür filmler bile bir kurguyla ilerliyordu. Japon sinemasının Batılı izleyiciler için cazibesinin bir kısmı, ürettiği çok çeşitli türlerden geliyordu. Örneğin, 50'lerde Godzilla, Ozu’nun Tokyo Story ve jidai-geki gibi dramalar Kurosawa ve Masaki Kobayashi gibi yönetmenler tarafından (dönem filmleri) üretildi ve izleyicilere sunuldu. Filmler gösterime sunulduğunda Japonya’da sinema mirasına sahip çıkacak bir kitle de yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.

Yasujirô Ozu

Bu dönem eserlerinin belki de en popüleri, samuray filmleriydi. 17. ve 19. yüzyıllar arasında geçen, samuray klanlarına ve Ronin’e (efendisiz samuray) odaklanan filmlerdi. Bu süre zarfında bu filmlerden çok sayıda üretildi ve ‘nispeten düşük’ maliyetler yüzünden stüdyoların her yıl birden fazla samuray filmi üretmesine izin verdi. Örneğin Zatoichi serisi, sadece 11 yılda 25 film üretti. Yine de günümüzde hala sinema tartışmalarında yolunu bulan samuray filmleri çoğunlukla Kurosawa’nın yönettiği filmler oldu. Kısacık dönemde bir çok film çekti. Yedi Samuray (1954), Yojimbo (1961) ve Sanjuro (1962) gibi yapımlar eleştirmenler tarafından (ulusal tanınmayı başaran ve dünya çapında izleyicileri etkileyen, aksiyon sahneleriyle ve perçinleyici hikâye anlatımıyla renk katan) en iyi, en başarılı filmlerden bir kaçı olarak kabul edilir. Gerçekten de Kurosawa’nın bu filmlerdeki etkisi, 60'lar ve 70'lerin Hollywood filmlerinde dikkatlerden kaçmamıştır. 4:3'lük ortak akademi oranı yerine geniş ekran kompozisyonları kullanması, aksiyon sekanslarına daha fazla özgürlüğe (hatta Yedi Samuray’da sıkça görüldüğü gibi aynı karede birden fazla dövüşün gerçekleşmesi) izin vermiştir. Bu daha sonra Sergio Leone gibi yönetmenlerin Western filmlerindeki çekimlerini etkilemiştir. Hatta o kadar ki Eastwood’un Leone’nin çalışmasındaki karakteri bile Ronin’den ilham almıştır.

Diğer samuray filmleri yelpazesinde, Hara-kiri (1962) ve Samurai İsyanı (1967) gibi filmlerin arkasındaki adam olan Masaki Kobayashi’nin yönettiği filmler vardır. Ozu’nun filmleri, o sırada Japonya’daki toplumsal değişim hakkında yorum yapmak için modern zaman ortamlarını kullanırken, çalışmalarında söz konusu değişime yönelik sorgulama ve eleştiri eksikliği vardı. Kobayashi Ozunun bu eleştiri eksiğini bir şekilde giderdi ve bir yöntemle ortaya yeni bir eleştiri koydu.

Kobayashi’nin başarmakta kararlı olduğu şey, filmlerini yüksek güçlerle savaşmanın bir yöntemi olarak kullanarak, toplumsal meselelerin ve otoritenin arsız bir eleştirisiydi. Onun ufuk açıcı çalışması Hara-kiri, Kurosawa’nın eserlerinde tanık olunan güzellemelerden ziyade samuray klanlarına yönelik nadir bir eleştiri örneği olarak karşımıza çıkmaktadır. Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda çok acı çekmesinden sonra film çeken Kobayashi, Hara-kiri’yi kullandı. Ülkesinin yönetilme şeklini samurayların ikiyüzlü ve tehlikeli yollarına benzeterek o zamanki otoriter güçle mücadele etmeye çalıştı. Genel olarak, 1950'lerin ve 60'ların Japon sinematik çıktıları, ülkenin aksiyon ve dramatik hikâye anlatımında ileriye doğru büyük adımlar attığını kanıtladı ve ülkenin film endüstrisini sofistike ve sosyal açıdan bilinçli olarak oluşturdu. Daha sonraki dönemlerde animelerle 2000’li yıllara kadar hâkim kültürü belirlemesine rağmen 2000’ler Japon sineması izleyicisi için altın çağını aratmıştı.

Sonuç olarak, Japon sinemasının tarihsel serüveni, Japonya’nın dünyaya bugüne kadarki en eşsiz ve önemli filmlerden bazılarını sunduğu şüphe götürmez.19. yüzyılın sonlarındaki mütevazi başlangıcından bu yana sinema sanatı; Japonya’da nihai sanat formu ve bol miktarda orijinal, ilham verici ve çekici hikâyenin anlatıldığı görsel anlatı haline geldi. Sessiz filmlerden sürükleyici dönem filmlerine, renkli animasyonlardan hareketli çağdaş dramalara; Japon sineması dünyaya zengin ve sonsuz derecede ilginç bir tarih kazandırdı ve bu her türlü dikkatimizi hak ediyor.

Uyandırdığın için teşekkürler Nail Amca.

--

--