Mehmet Tuğrul Kaya

Bir Dünyanın Kesişiminde 3 Evren

Mehmet Tuğrul Kaya

Koştukça Dinlenen Adamlar

Bazı insanlar, yaşadıkları çağın tanığı değil, onu inşa edenlerden olurlar. İşte bu yazı, böylesi üç adamın, Erdoğan Aslıyüce, Mikail Bayram ve Nail Kambur’un hikayesi. Biri haykırdı, biri aktardı, biri okudu… Ve ben, bu üç dünyanın kesişiminde, onların izlerini takip eden bir yolcu olarak kaldım.

Bazı insanlar, yaşadıkları çağın tanığı değil, onu inşa edenlerden olurlar. İşte bu yazı, böylesi üç adamın, Erdoğan Aslıyüce, Mikail Bayram ve Nail Kambur’un hikâyesi. Biri haykırdı, biri aktardı, biri okudu… Ve ben, bu üç dünyanın kesişiminde, onların izlerini takip eden bir yolcu olarak kaldım.

Bu hikâye ben doğmadan önce yazılmış, 1940–1950'li yıllarda hayat bulmuştu. O zamanlar ben yoktum, babam bile yoktu. Çok sonraları tanıdığım, hayatımın kritik noktalarına nüfuz etmiş, farklı yerlerde yaşamış, bir vesile birbirleriyle de belki karşılaşmış ama hiç tanışmamış 3 adamın hikâyesi bu. Hikâyeyi ve kelimeleri çok yormadan bir resmigeçit yazısı yazmak istedim. Tafsilatını gelecekte kaleme alacağım ama şu an için bir anma yazısı olacak bu metin. Bu 3 adam, farklı yetenekleriyle ve farklı yetkinlikleriyle bulunduğu dönemi aydınlatmaya çalışmış, ülkenin buhranlı dönemlerini görmüş, sıkıntılar çekmiş, yolları tarih, kültür, sanat ve edebiyatta kesişmiş kimselerdi. Bu isimler, başta Erdoğan Aslıyüce, sonra Mikail Bayram ve en sonda yakın dostum, arkadaşım, kıymetli büyüğüm Nail Kambur’dan başkası olamazdı. Biri yazmış, biri aktarmış, biri okumuş desek çok olmazdı. Büyük dil bilimci ve tarihçi Mikail Bayram, 1000 yıllık bir tarih perspektifine bakmış, Erdoğan Aslıyüce bu doğruları haykırmış, Nail Kambur da bu kaynakları bir vesile elde etmiş, okumuş ve taşrada bir akademisyen ruhuyla çevresiyle paylaşmıştı. Derseniz nereden biliyorsun? Yaşım küçük olsa da üçüyle de tanışma ayrıcalığına sahip olmuş nadir kişilerden biri oldum. Hikâye benim de tarih merakı ve sevgimle harmanlanmış, ailemin seçtiği yollardan dolayı da bir yerde kesişmişti.

Ben tam bu kesişimin ortasında yer aldım. 2005 yılıydı, babamla İstanbul’a bir işi için gitme kararı almıştık. Yaşım 16, en fazla 17’ydi. Babamla Mavi Tren’e binip 17 saat İstanbul’a gitmiştik. Çok yorucu ve sıkıcı bir yolculuktu. Haydarpaşa’da inip Sirkeci Garı’na, oradan da tarihi yarımadanın içlerine doğru Divan Yolu’ndan yürüyüp eşsiz güzellikleriyle bezeli İstanbul sokaklarında ilerlemiştik. Varacağımız yerden ziyade yol çok heyecanlandırmıştı beni. Bu yüzden kendimce hep “yolda olmak lazım, yolda olamıyorsan en azından yolda kalmak lazım” derim. Uzunca bir yolu yürüdükten sonra Sultan Ahmet Camii’nin yanından aşağı doğru bir yokuş süzülür, yokuş sizi sol tarafta Cankurtaran’a, düz gittiğinizde Kadırga’ya ulaştırır. Yol bizi tam bu ikisinin kesişimindeki Küçük Ayasofya’ya düşürdü. İçeriye girdik; sağ taraf bir vakıf, sol taraf eski bir cami, daha eskisi bir kilise; İmparator Justinianus’un yer üstündeki hazinelerinden. “Bu eser Ayasofya’dan da eskidir,” diye anlatırdı Erdoğan Aslıyüce. Vakfa girdik, çay ocağını geçtik. Bilmiyordum ki bu çay ocağı sonraki senelerde İstanbul’da hafta sonu iş yeri adreslerimden olacaktı. Küçük Ayasofya’nın avlusu sanatçılara ev sahipliği yapardı; genişçe bir yeşillik alan barındıran avlusunda sürekli tarihi yarımada sevdalısı ziyaretçiler olur, Erdoğan Aslıyüce’yle hasbihal etmeye, hafta sonları pazar kahvaltısına, konferans dinlemeye gelirdi.

Babamla vakfa girdikten sonra vakıf başkanının odasına girdik. Karşımızda kırmızı kravatlı, kalpaklı, cam masasında evrakları kurcalayan kısa boylu ama güçlü yapısı olan bir adamın makamına girdik. Babamı görünce birden sevinçten ayağa kalktı, sarıldılar, hasret giderdiler. 1970’lerin dostluğunu bir ağaca yaslanıp dağı izleyen çoban gibi izliyordum. Uzunca bir hasret giderdikten sonra tanış olduk. Beni çok iyi ağırladı. Neler yaptığımı, babamla neler yaptığını sordu; eğitim için mutlaka İstanbul’a gelmemi tembih etti. Kalmamızda ısrar etse de dönmemiz gerekiyordu. Bize kendi kitaplarından birkaç tane hediye etti, bana da Bozkır’ın Üç Atlısı kitabını hediye edip vedalaştık.

Sonraki yıllarda İstanbul’u kazanıp gittim. Üniversite, yurt derken bir telaşenin içine girmiştim. Babam yıllar önce getirdiği için çok sevdiğim mekâna nasıl gideceğimi kestirebiliyordum. İşleri yoluna koyduktan sonra ilk iş vakfa gitmek oldu. Erdoğan amcanın yanına gidince beni çıkaramadı; sonra “Turgut Kaya’nın oğluyum” deyince beni kırk bohçaya sardı. Sonraki 4–5 yıl beni yanından ayırmadı. Özellikle okulun olmadığı zamanlarda İstanbul’un hareketli doğasında kaybolmamam için vakıfta sürekli iş verirdi. İstanbul karmaşık, kozmopolit ve o dönem diken üstünde bir şehirdi. Sürekli bombalar patlıyor, terör eylemleri koca binaları hedef alıyordu. Bu süreçte ben içten içe üzülsem de bir kaçış olarak sürekli vakıfta, vakfın tarihi odalarında eş dostla muhabbet ve memleket meseleleri tartışırken kendimi buluyordum. İstanbul bu manada imkânları fazlaydı; sadece şehirde yaşamak bile çok şey öğretiyordu.
“Ahh İstanbul…” demeden devam edeceğim.

İstanbul, taşları bile tarih kokan bir şehir. Küçük Ayasofya’nın avlusunda otururken, bu taşların bin yıldır neleri gördüğünü düşündüğüm anlar olurdu. Her bir taşın, bir çağın izlerini taşıdığı gibi, Erdoğan Aslıyüce’nin sesi de bu şehrin hafızasına eklenen bir yankı gibiydi. Onun anlattıkları, Ayasofya’nın taş duvarları kadar sağlam, vakfın avlusunda yankılanan sohbetler kadar canlıydı.

Vakıfta geçen günlerimde, kütüphane satışından temizliğe, çay ocağında çaycılıktan kitap düzenlemeye kadar pek çok iş yaptım. Ama vakıf, yalnızca çalıştığım bir yer değil, öğrendiğim, dinlediğim, tarih ve kültürle yoğrulduğum bir mekândı. Boş zamanlarda Türk Dünyası’na dair ne varsa engin bilgi birikimiyle anlatır, modern zamanın Evliya Çelebisi gibi gezip gördüklerini yazar, aktarırdı. Sadece anlatmaz, aynı zamanda gösterirdi; bir sohbetin içinde, bir kitabın sayfalarında ya da bir konferans salonunda, hep bir şeylerin peşinden gidiyordu.

O kadar çok insanla tanıştırdı ki beni, bazen takip edemiyordum. Kimi zaman bir akademisyen, kimi zaman bir sanatçı, kimi zaman bir fikir adamı… Ama hepsinin ortak noktası, vakıfta buluşmaları ve Erdoğan Aslıyüce’nin onlara da bir şeyler anlatmasıydı. O anlatırken, sanki geçmişin derinliklerinden gelen bir ses, şehrin duvarlarına çarpıp yankılanıyordu.

Konferanslar, söyleşiler derken Türk Dünyası’nı bir araya getirmek için uğraştığını çok geç anlamıştım. Türk Dünyası çok geniş bir coğrafya ancak bir çatı altına sığabiliyormuş; bunu “vakıf” kelimesinin altında öğrendim. Vakıfta kaldığım sırada Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması için “Şu isimleri öğren Tuğrul,” dedi: “Hoca Ahmet Yesevi, Ahi Evren, Şeyh Sadreddin Konevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Velî isimlerini anlarsan, Türkiye’deki problemlerin kökenini ve çözümünü anlarsın,” demişti. O zamanlar düşünce dünyama çok girmemişti ama “bunları Mikail Hoca’dan dinlemelisin” demişti. Mikail Hoca ismini söylemesinin ardından hikâyeyi Konya’ya taşımıştım.

Mikail Hoca hem yakın dostumuz hem akrabamızdı. Bu vesileyle İstanbul’da öğrendiklerimi yanına gittikçe pekiştirir, daha derin sorular sorar, notlar alır, sesleri kaydeder, bunları özümserdim. Mikail Hoca hayatımda tanıdığım en cesur adamlardan biriydi. Tepki geleceğini bilse de bundan çekinmez, fikrini söylerdi. Kur’an ve ibadetler noktasında insanların radikal kabul ettiği birçok uygulamayı anlatır, 1200'lü yılların Selçuklusu’nda kendi anlatımıyla her sokağında gezer, bizi de gezdirirdi. Kapısı neredeyse kapanmayan bir adamdı. İlim deryasında boğulanlar için metot geliştirmiş, can simidi olmuştu. Yılmak bilmemişti; Anadolu’da ve dünyada birçok kütüphaneye gitmiş, el yazmalarını incelemiş, notlar çıkarmış, kitaplar yazmış, bunları yıllarca haykırmıştı. Ama haykırışlar genellikle düz ovalara ve dağlara gittiğinden bir nidadan öteye geçmiyordu. Ardından söylemediği çok söz bıraktı, bir dönem doğrusuyla yanlışıyla kapandı gitti.

Mikail Hoca yüksek kapasiteli ve çok yetenekliydi. Öyle ki doğduğu, büyüdüğü ve hayatının sonuna kadar yaşadığı topraklarda imkânlar el verdiğince çok büyük gayretle çalışmış, 1960’lar ve sonrası Türkiye’sinde hatırı sayılır bir yer almıştı. Bunu niye söylüyorum, sebebini şöyle izah edeyim: Taşra bir kümedir ama bildiğiniz matematikteki küme gibidir. Bu küme içinde çok sınırlı imkân ve ihtimal taşır. Buna bir de maddi külfet girince birçok imkândan mahrum bir şekilde mücadele edip bayrağı bir yere kadar götürebilirsiniz. Mikail Hoca’nın Hoy’da başlayan macerası Konya’da son buldu. 80 yılın öyküsü bir azim öyküsü. Azim nedir diye bir tanım yap deseler, “Hoca’ya bakın,” derim.

Hocayla bayramlarda, akşam oturmalarında ailecek bir araya geldiğimiz meclislerde sürekli sorular sorup darlardık. Adımın Tuğrul ve abiminki Çağrı olduğu için ayrı bir muhabbet duyardı. Selçuklu dönemini alt metinleriyle ve olaylarıyla bilirdi. Sebep-sonuç ilişkisi ve muhakemesi inanılmazdı. Olayların hep bir öncesi olduğundan bahsederdi. İğdişbaşı Hajuk bana anlattığı en ilginç tarihi olaylardandı. İslam tarihinin içindeki bazı nam salmış isimlerle bile kavga ederdi. Vefatından sonra yazdıkları kavgasını sürdürecek gibi. Mirasçıları olarak bu kavganın bir tarafında olamadık ama dinledik. Anlamaya çalıştık, herkes bir tarafını aldı kabul etti. Biz hürmetimizi hiç eksik etmedik. Akraba olarak, Mikail Hoca olarak hep sevdik, saydık. Allah gani gani rahmet eylesin.

Konya’nın entelektüel birikimini anlamak için sadece tarihçilere değil, sanatçılara da kulak vermek gerekir. İşte Nail Bey, tam da böyle biri olarak hayatıma girdi. Yolların kesişimi Konya’dan olunca ve Konya büyüdükçe küçülen bir şehir olunca insanlar hayatın farklı noktalarında kesişebiliyor ve bir hikâyede bir dönem birlikte yürüyebiliyor; bu hikâyede de birlikte yürüdüğüm bir diğer yakınım, dostum Nail Kambur’du. 2019 yılında Konevi Mahallesi’nde bir dostumun çay ocağında tanışma şerefine nail olmuştum. Nail Bey, 1947 doğumluydu. Bugün Depo No: 4 denilen eski Tekel binasında yıllarca çalışmıştı. Çalışırken Konya’daki cemiyet hayatına da karışmış, müzik ve sanatla hemhâl olmuştu. Geçmişten getirdiği edebiyat, sinema ve kültür birikimini bozuk para saçıyormuş gibi oturduğu yerde çevresindeki insanlara saçar, onlarla sürekli paylaşıma girerdi.

Bugün sinemayla ilgili okuduğum her yazının çok üstünde keskin bir muhakemesi ve derin bir bilgisi vardı. Doğu sineması konusunda bir uzmanın çok üstünde bilgiye sahipti. Örneğin, Doğu sinemasının en büyük ustalarından Tarkovsky’nin filmlerinden bahsederken, bunların Anadolu’daki hikâye anlatımıyla nasıl örtüştüğünü anlatırdı. Filmleri teknik açıdan da değerlendirir, kültürel değişimi ve dönüşümü örneklerle ortaya koyardı. Dünyada hâkim kültürden ziyade başka bir sanattan bahsederdi. Oturduğumuzda söylediklerini ya not eder veya ses kaydı alırdım. Bir gün oturduğumuzda, “Sana bir yönetmen söyleyeceğim, eğer bu adamı izlemeden sinema konuşuyorsan boşa konuşuyorsun,” dedi. “Kim?” dedim. “Japon sinemasını anlamadan dünya sinemasını anlayamazsın ve Japon sinemasını anlamak için de önce Yasujiro Ozu’yu izlemen lazım,” dedi. Ozu’nun filmlerini izlemeye başladığımda ne demek istediğini daha iyi anladım. O, günlük hayatın en basit anlarında bile derin bir felsefi anlam bulan, minimalizmin ustasıydı.

İnsan ilişkilerini, kaybolan değerleri, değişen toplum yapısını sanki bir fırça darbesi gibi yumuşak ama bir o kadar da kalıcı bir şekilde perdeye taşıyordu. Aldıklarımı daha sonra temize çeker, fırsat buldukça izler, okur, kendisiyle tartışırdım. Okur derken kendimi kastediyorum ama Nail Bey’in okuma disiplini ve okuma seçkisi muazzamdı.

Vefa Çay Ocağı’nda tanıştığımız günden Zindankale’deki çalışma ofisime son gelişine kadar yaklaşık 200 kitap kendisine alıp vermiştim. İnternetle hiçbir bağı olmamasına rağmen bu kadar aktüel kitapları nasıl bulduğunu da hep merak ederdim. Kitap alışverişimiz yıllarca sürdü. Okuduklarımızı mütalaa eder, birlikte tekrar tekrar yazıları pekiştirirdik. Konya sokaklarında fırsat buldukça yürür, yeni açılan mekânlarda kahve denemesi yapardık. Konya’nın 1960–2000’leri arasında değişimini herkes mutlaka biliyordur ama bunu not edip nelerin değiştiğini size anlatanını zor bulursunuz. Keskin bir gözlem kabiliyeti vardı Nail Bey’in. 1970’lerin Nuh Nebi Meyhanesi’ni de bilir, Tenis ve Dağcılık Kulübü’ndeki dostlarıyla geçmişte ne faaliyetlerde bulunduğunu anlatırdı.

Tek kutuplu ilerleyen dünyada çok kutuplu bir adamdı. Konya Musiki Derneği’nin kurucu üyelerinden biriydi. 1980’li yılların buhranlı günlerinde belki de kaçışı müzikte bulmuştu. İnsanın entelektüel sermayesi güçlendikçe hayat görüşü o ölçüde ilerlemeci ve radikalleşmeye daha yakın oluyor. Muazzam bir bilgi birikimi belki de hayattaki en büyük gücü ve belki de laneti olmuştu. Bu biraz tepki çekebilir ama açıklamam gerekirse Kemal Tahir’in Devlet Ana kitabında okumuştum, şöyle yazıyordu: “Bazı fidanlar, topraklarıyla kavgalıdır.” Nail Bey de kavgasını belli etmemişti ama bu kadar potansiyel nasıl böyle yok olur diye sordum kendime. Sonra dedim ki hayatta kim heybesini istediği yere koyabilmiş ki, heybesini koyacak yeri bulamamıştı Nail Bey. Bir dünyada hepimiz yükümüzü sırtımızda taşıyoruz. İndireni çok azdır.

Nail Bey’le 2019’da başlayan dostluğumuz çok kısa sürse de bir ömre bedeldi. Heybesindekilerin bir kısmını alabildiğimi düşünüyorum. Popüler kültür, müzik ve tarihsel perspektifini bir anlamda taşıdığımı düşünüyorum. Hatta şöyle ki imkânlarım daha fazla da olsa onun kadar hayatı tecrübe ettiğimi de düşünmüyorum. Alabildiğimi aldım, alamadığımı yanında götürdü. Belki bir gün tekrar Cem Karaca’nın ifadesiyle “Üryan geldiğimiz” bir âlemde karşılaşırız, yine hasbihal ederiz.

Bu 3 isim… Zamanın bir nehir gibi akıp gittiği bu dünyada, bazı insanlar akışa kapılmak yerine o nehrin yönünü değiştirmeye çalışır. Erdoğan Aslıyüce, Mikail Bayram ve Nail Kambur, kendi yollarında bunu yaptılar. Erdoğan Aslıyüce’nin haykırışları, Mikail Bayram’ın cesareti ve Nail Kambur’un entelektüel derinliği… Üçü de farklı yollarla beni eğitti, dünyaya bakışımı şekillendirdi. Bugün onların bıraktığı izleri takip etmeye devam ediyorum ve biliyorum ki, ben de onların bıraktığı mirası taşırken, bildiklerimi paylaşarak ve öğrendiklerimi aktarmaya çalışarak, bu büyük yolculuğun bir parçası olmaya devam edeceğim. Bazı yükler, omuzda değil, zihinde ve ruhta taşınır; onların hikâyeleri unutulmadıkça bu miras yaşamaya devam edecek.

Bu hikâyelerin başka kahramanları da var illaki, belki bir gün onları da yazarız.

Saygılarımla,

Tuğrul ‘2025

No responses yet

Write a response